REKLAM ALANI

KHA HABERLER

YUNUS EMRE HAYATI ESERLERİ ,

YUNUS EMRE HAYATI
 
Yunus Emre'nin hayatı hakkında bildiklerimiz son derece sınırlı, bu konuda bilgi ve belge yok denecek kadar azdır. Kendi eserlerinden çıkartılabilen bazı bilgiler, çoğu menkıbevi kaynaklara ait kimi anlatılar ve kimi kaynaklarda rastlanan birkaç bilgi kırıntısı onun hayatı hakkındaki bilgilerimizin esasını oluşturur. En temel bilgimiz ise 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış olduğudur.  Risâletü'n-Nushiyye isimli eserinin sonlarındaki

Söze târîh yidi yüz yidi-y-idi
Yûnus cânı bu yolda fidî-yidi

beytinde geçen h. 707/ m. 1308 tarihi, bu eserin telif tarihi olup Yunus Emre'nin bu yılda hayatta olduğunu göstermektedir. Bir mecmuada bulunan ve onun h. 720 / m. 1320 yılında seksen iki yaşında öldüğünü belirten kayıt[1] araştırmacılar tarafından onun ölüm tarihi olarak kabul görmüştür. Böylece h. 638 (m. 1241) yılında doğmuş olmaktadır. Demek ki, Yunus Emre 1241-1320 yılları arasında yaşamıştır.

Yunus Emre'nin doğduğu yıl, Anadolu Selçuklu hanedanı için de sonun başlangıcına denk geliyordu. Azerbaycan'ı, İran ve Irak'ı işgal etmiş olan Moğollar, yönlerini Anadolu'ya dönmüş, buralardaki zenginlikleri ele geçirmek için fırsat kolluyorlardı. Batı'ya doğru gelişen Moğol istilasının ilk önemli etkisi kimi önemli mutasavvıf, bilim adamı ve sanatçıların; sonraları ise geniş Türkmen kitlelerinin Anadolu'ya göçü olmuştur. Mevlana Celaleddin-i Rûmî'nin babası Bahaeddin Veled, bu aydınların en meşhurlarından idi. Bu aydın göçü Konya, Kayseri gibi merkezlerdeki bilim ve sanat dünyasını hareketlendiriyor, geliştiriyor; bu arada pekçok farklı din ve tasavvuf yorumu da Anadolu'da kendisine temsilci buluyordu.

Moğol baskısının önünden kaçıp bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya yığılan ve çoğunluğunu Türkmenlerin teşkil ettiği kitleler, devletin ekonomik yapısı üzerinde olumsuz etkiler yapmış olmalıdır; zira var olan ekonomik kaynakların bu sefer daha çok insan tarafından bölüşülmesi gerekiyordu. Buna iktidardakilerin kötü yönetimi ve suistimaller, yolsuzluk ve haksızlıklar da eklenince Selçuklu Devleti, ekonomik ve sosyal sıkıntılar yaşamaya başladı; toprak ve vergi düzeni bozuldu. Bu dönemde Türkmenler arasında kimi tarikatler ve farklı İslam yorumları da yayılmakta idi. 13. yüzyılın ortalarında bu ekonomik ve sosyal bozulmaların ortasında, Ortaasya'da yaygın olan Yeseviğe benzeyen Vefailik tarikatine mensup bir şeyh olan Baba İlyas adlı bir zat, etrafında geniş Türkmen kitleleri toplamış; bu kitlelerdeki memnuniyetsizlikleri de örgütleyerek en büyük yardımcısı Baba İshak ile birlikte büyük bir isyan hareketi başlatmıştır. Baba İshak tarafından 1240 yılında fiilen başlatılan isyan sonucu Kefersud, Adıyaman, Gerger ve Kâhta isyancıların eline geçti. Baba İshak'ın emrindeki kuvvetler esas itibariyle Türkmen olmakla birlikte gayrimüslimlerden de onun saflarına katılanlar olmuştur. İsyan kısa sürede Orta Anadolu'ya yayıldı. Ancak Baba İlyas Amasya'da Selçuklu kuvvetleri tarafından kuşatılıp ele geçirildi ve idam edildi. Harekete devam eden Baba İshak  kalabalık bir kuvvetle Konya üzerine yürüdüyse de mağlup oldu ve öldürüldü;  emrindekilerin çoğu kılıçtan geçirildi, kaçabilen yardımcıları sağa sola dağılıp izlerini kaybettirdiler. Bu harekete "Babaî İsyanı" adı verilmiş, Baba İlyas ve Baba İshak'ın fikirleri başka akımları da birleştirerek Anadolu'daki inanç hareketlerini yüzyıllar boyunca etkilemeye devam etmiştir.[2]

Selçuklu ordusu Baba İlyas ve Baba İshak'ın destekçilerini kılıçtan geçirmiş, kesin bir mağlubiyete uğratmıştır. Ancak Türkmen kitleleri üzerinde büyük etkileri olduğu anlaşılan bu zatların manevi ve fikri etkisini silememiş; isyan, Türkmen kitlelerin Selçuklu hanedanına küskünlüğünü artırmış; devletin ekonomik gücünü sarsmıştır. Bu iç karışıklıklar sınırda bekleyen ve Selçuklu ordusunun gücünden çekinen Moğollar'ın iştahını artırmış ve onların Anadolu'ya doğru harekete geçmelerine sebep olmuştur. Moğollar, İran'daki kuvvetlerinin komutanı Baycu Noyan idaresinde, ilk saldırılarını Erzurum'a yaptılar. 1242 sonbaharında Erzurum'u kuşattılar ve ele geçirdiler; çocuk ve ihtiyar ayırmadan halkı kılıçtan geçirdiler. 1243 yazında Moğol ordusu yine Anadolu'ya saldırdı. Kışı hazırlıklarla geçiren Selçuklu ordusu Sivas yakınlarında Kösedağ'da Moğollarla karşılaştı. Yapılan savaşta Selçuklu ordusu kesin bir mağlubiyete uğradı. Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev Konya'ya çekilmek zorunda kaldı. Moğollar Sivas'ı, ardından Kayseri ve Erzincan'ı kuşatıp ele geçirdiler, halkı çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirdiler; zenginliklerini yağmaladılar, surlarını ve müstahkem mevzilerini yıktılar. Bu ağır yenilgiler sonunda Moğollarla ağır vergiler karşılığında barış sağlandı. Ancak Moğol saldırıları asla durmadı ve hakimiyetleri gitgide arttı. Onların ağır vergi talepleri ancak halk üzerindeki vergi baskısıyla karşılanabiliyor, bu da Anadolu halkını fakirlik ve güvensizlik ortamı içine sürüklüyordu. Selçuklu hanedanı kağıt üzerinde varlığını sürdürmekle beraber esas hakimiyet Moğollarda idi. Selçuklu hanedanın V. Kılıç Arslan'ın 1318'de ölümüyle sona erdiği kabul edilir. Yunus Emre de yaklışık bu yıllarda (1320) ölmüştü. Görülüyor ki, onun bütün hayatı Selçuklu hanedanın çöküş sürecine denk gelmiş, ekonomik ve siyasi sıkıntılar; savaş ve isyanlar içinde yaşamış; türlü dini görüşün cirit attığı Anadolu'da halka sevgi ve hoşgörü; erdem ve dindarlık yolunu göstermeye çalışmış; adeta çölde bir vaha yaratmış, bu yüzden şiirleri yayılmış, sevilmiş; yüzyıllar boyunca da dilden dile aktarılmıştır.

Yunus'un bu gerileme ve çöküş dönemi Anadolusunda nerede doğduğu, nerelerde yaşadığı, neyle meşgul olduğu ve nerede öldüğü de belli değildir. Kaynaklardaki kimi kayıtlar Bolu, Sakarya nehri ve Sivrihisar civarını işaret etmektedirler. Bunlar onun Orta Anadolu'da doğduğunu ve yaşadığını gösterebilir.

Kimi kaynaklarda ümmi, yani okul eğitimi görmemiş bir kimse olarak zikredilse de onun belli bir eğitimden geçtiğini kabul etmek gerekir. "Ne elif okudum ne cim" gibi ifadelerinden ümmi olduğu çıkarılabilse de bu sadece Hz. Muhammed'in ümmiliğine duyulan saygı ve zahiri bilgiye iltifat etmemenin bir yolu olarak kabul edilebilir. "Mescid ü medresede çok ibâdet eyledim" gibi ifadelerinden belli bir seviyede tahsil gördüğü kabul edilmektedir. F. Kadri Timurtaş Yunus Emre'nin tahsilini "büyük bir ihtimalle Konya'da yapmış olduğunu" ifade etmektedir.[3] Mevlana ile ilgili bazı ifadelerinden onunla görüştüğü, sohbetinde ve sema meclisinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Mevlana vefat ettiğinde (1273), otuz iki - otuz üç yaşlarında idi.

Yunus Emre, bir derviş olarak Anadolu'nun doğusuna, İran ve Azerbaycan'a yolculuklar yapmıştır. Kayseri, Sivas, Maraş, Nahçıvan, Tebriz, Şiraz, Şam gibi kültür merkezlerine gitmiş, buralarda tasavvufi fikirlerini yaymaya çalışmıştır.

Yunus Emre'nin evlenip evlenmediğini, çocuklarının olup olmadığına dair de açık belgeler yoktur. Bir şiirinde geçen "Bunda dahı verdin bize oğul u kız çift ü helâl" ifadelerinden onun evlendiği ve oğullarının, kızlarının olduğu sonucu çıkarılabilir.

Yunus Emre, şeyhinin Tapduk Emre olduğunu kimi şiirlerinde ifade etmiştir. "Tapduk'un tapusında kul olduk kapusında" vb. pekçok mısralarından bu anlaşılmaktadır; bir şiirinde de kendisini "Taptuklu Yunus" olarak tanımlamıştır. A. Gölpınarlı, "Yûnus'a Tapduğ u Saltuğ ve Barak'tandır nasîb" mısraından yola çıkarak onun tarikat silsilesinin Taptuk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk şeklinde olduğunu, Sarı Saltuk'un da Seyyid Mahmûd Hayrânî'nin halifesi olduğunu, bu zatın ise Mevlana'ya mensup olup böylece Yunus Emre'nin silsilesinin Mevlânâ'ya kadar uzandığını ifade eder.[4] Yûnus Emre Divanı'nın birkaç yerde Mevlana hakkında saygı ifade eden sözler geçmektedir.

Bazı görüşlere göre Yunus Emre'nin yolu Hacı Bektaş-ı Veli'ye dayanmaktadır. Bu görüşlerin dayandığı kaynaklar, Taptuk Emre'yi Hacı Bektaş-ı Veli'nin halifesi olarak gösterirler. Bektaşi menkıbelerine göre, Hacı Bektaş Anadolu'ya geldiğinde buradaki büyük zatlar arasında Emre adlı birisi de vardır. Bütün Rum erenleri Hacı Bektaş'ın davetine uyup ziyaretine gittikleri halde Emre gitmez. Hacı Bektaş, Emre'yi başka bir yolla çağırıp gelmemesindeki hikmeti sorar. Emre, bir erenler meclisinde kendisine perde arkasından çıkan bir elin nasib verdiğini, o mecliste Hacı Bektaş adlı bir kimse görmediğini söyler. Bunun üzerine Hacı Bektaş o elin bir işareti olup olmadığını sorar. Emre ise elin ayasında yeşil bir ben gördüğünü söyler. Hacı Bektaş elini uzatır. Hacı Bektaş'ın avusundaki yeşil beni görüp şaşıran Emre, üç kere, "Taptuk padişahım!" der. O günden sonra adı Taptuk Emre olur.

Yunus Emre'nin eserlerinde ise Hacı Bektaş-ı Veli'nin adı hiç geçmez. Ancak Yunus'un din ve tasavvuf anlayışı ile Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ındaki ve daha sonraki Bektaşî tarikatindeki anlayış arasında önemli paralellikler vardır. Hacı Bektaş-ı Veli'nin anlayışının da önemli ölçüde Ahmed Yesevî'nin anlayışına dayandığı göz önünde bulundurulduğunda, Yunus'un da bu kaynağa bağlanması, en azından aralarındaki kuvvetli etkinin ortaya konulması gerekmektedir.[5]

Yunus'un hayatıyla ilgili ayrıntıları Vilâyet-name-i Hacı Bektaş-ı Velî isimli menkıbevi kaynakta buluruz. Yunus Emre, kendi eserlerinde Hacı Bektaş-ı Veli'den hiç bahsetmemişse de, bu kaynakta onun mistik yolculuğunun başlangıcı Hacı Bektaş-ı Veli ile olan bir görüşmesine dayandırılır. Vilayetname'deki bu kaydı aynen veriyoruz :
"Hacı Bektaş'ın şöhreti her yana yayıldı, her taraftan mürid, muhip gelmeye başladı. Semâ'lar, safalar sürülüyordu, meclisler kuruluyordu. Yoksullar geliyorlar, zengin oluyorlar, murad almak dileyenler, baş vuruyorlar, muradlarına eriyorlardı.


Sivrihisar'ın güneyinde Sarıgöl derler, bir köy vardır. O köyde doğmuş Yunus Emre adlı biri vardı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere yakındır. Yunus, ekincilikle geçinir, yoksul bir adamdı. Bir yıl kıtlık olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş'ın vasfını o da duymuştu. Gideyim, biraz birşey isteyeyim, dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara Karaöyük'e geldi. Hünkâr'a, yoksul bir adamım, ekinimden birşey alamadım, yemişimi alın, karşılığını lütfedin, ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim, dedi. Hünkâr, emretti, alıcı yediler. Bir iki gün sonra Yunus memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr bir derviş gönderdi, sorun, dedi, buğday mı verelim, nefes mi? Yunus'a sordular, ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek, dedi. Hünkâr'a bildirdiler. Buyurdu ki : Her alıcın çekirdeği başına on nefes verelim. Yunus'a bunu söylediler, ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek, dedi. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklediler, yola düşdü. Fakat köyün aşağısına gelince hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz, ne olmayacak iş ettim ben, dedi. vilâyet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul etmedim. Verilen buğday birkaç günde yenir, biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kaldım. Döneyim tekrar varayım, belki gene himmet eder. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye geldi. Buğdayı indirdi, erenler, dedi, bana himmet ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana.

Halifeler gidip Hünkâr'a bildirdiler. Hünkâr, o iş, bundan böyle olmaz, o kilidin anahtarını Tapduk Emre'ye sunduk. Ona gitsin, nasibini ondan alsın, dedi. Halifeler, Hünkâr'ın sözünü Yunus Emre'ye söylediler. O da Tapduk Emre'ye gitti, Hünkâr'ın selâmını söyledi, olanı biteni anlattı. Taptuk, selâmı aldı, safa geldin, kademler getirdin, halin bize malum oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al, dedi.

Yunus, Tapduk Emre'nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş ağaç kesmez, eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Tapduk Emre'ye bir neşe geldi, hallendi. Meclisinde Yûnus-ı Gûyende adlı bir şair vardı, ona söyle dedi. Mırın kırın etti, söylemedi. Tapduk, Yûnus dedi, sohbet et, şevkimiz var, işitelim. Yûnus gene söylemedi. Bu sefer Tapduk, Yûnus Emre'ye döndü, Hünkâr'ın nefesi yerine geldi, vakti tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle, dedi. Hemen Yûnus Emre'nin gözünden perde kalktı, söylemeye başladı. Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu."[6]

Onun, şeyhinin yanındaki hayatı hakkında menkıbevi kaynaklardakinden başka bir bilgi yoktur. Kırk yıl dergâhta hizmet etmesi, odun taşımasıyla ilgili bir hikayede Taptuk Emre, getirdiği düzgün odunlara bakarak Yunus'a sorar : "Dağda hiç eğri odun kalmamış mı?" Yunus bu soruya şöyle cevap verir : "Dağda eğri odun çok; lâkin senin kapında odunun bile eğrisi yakışmaz!"[7]

Yunus Emre'nin mezarının nerede olduğu da tartışmalı bir konudur. Miladi takvime göre 1320-21 yılında ve seksen yaşlarında öldüğü biliniyor, ancak mezarı konusunda farklı bilgiler vardır. Anadolu'nun muhtelif yerlerinde ona yakın Yunus Emre'ye ait olduğu öne sürülen mezar vardır : Sivrihisar (Sarıköy), Karaman, Ortaköy, Bursa, Kula, Erzurum, Keçiborlu, Sandıklı, Ünye ve Sivas'ta bulunan bu mezarların hangisinin eserlerini konu ettiğimiz Yunus Emre'ye ait olduğu bilinmiyor. Bu konuda birçok tartışmalar yapılmıştır; ancak hem birden fazla Yunus'un olması, hem de çok sevilen kimi zatlar için gerçekte mezar olmayan "makam"ların ihdas edilmesinin sıkça görülen bir uygulama olması bu durumu açıklayabilir. Gönüllerde yaşamayı hedefleyen, ölümü önemsemeyen, "Ölen hayvan-durur âşıklar ölmez" diyerek ölümsüzlüğünü ilan eden bir sûfiye mezar aramak da beyhûde bir uğraştır.

Yunus Emre'ye yakın dönemlerde Âşık Yunus isimli sufiyane şiirler söyleyen bir başka zatın daha yaşadığı, 1439 yılında Bursa'da vefat ettiği bilinmektedir. "Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü", "Sordum Sarı Çiçeğe", "Dertli Dolap" gibi şiirlerin bu Âşık Yunus'a ait olduğu bilinmektedir. Ancak bu Yunuslar bir süre sonra birbirine karıştırılmış, bilhassa 16. yüzyıldan sonra istinsah edilen Yunus Emre Divanları'nda ikisi aynı kimse zannedilmiştir. Sonraki yüzyıllarda yaşamış Yunuslar da vardır.
 
YUNUS EMRE SÖZLERİ
 
 İyi sözün aslın bilen derdi bu söz nerden gelir
Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir 

 Zehirle pişmiş aşı, kim yemeye gelir.

 Seni sigaya çeken bir molla kasım gelir.

 Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz.

Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakka zor gelmez..

Kasdım budur şehre varam Feryâd u figan koparam!

Ne elif okudum ne cim, varlığındadır kelecim

Gönül kitabından okur, eline kalem almadı.
Bundan dahı virdün bize, ol huriyi çüft ü halâl

Andan dahi geçti arzum, azmüm sana kaçmağ-i çün.

Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı

Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER  
Ben Dost ile dost olmuşam, kimseler dost olmaz bana
Münkirler bakar gülüşür, selam dahi vermez bana

Ben Dost ile dost olayım, canımı feda kılayım
Ölmezden öndün öleyim, dünya baki kalmaz bana

Terkeyledim kamu işi, Hak yoluna kodum başı
Dost yüzünü göriceğiz, sabr ü karar olmaz bana

Kimseler bilmez halimi, aşk odu yaktı canımı
Seçmezem soldan sağımı, namüs ü ar olmaz bana

Ben bir aşık-ı bi çareyim, baştan ayağa yareyim
Ben bir deli divaneyim, aklım da yar olmaz bana

Sanırlar beni deliyim, Dost bağçesi bülbülüyüm
Mevlanın kemter kuluyum, kimse baha saymaz bana

Bülbül oluben öterim, Dost bağçesinde biterim
Gül alırım, gül satarım, bağ-ban olmaz bana

Ey biçare Yunus senin, aşk oduna yandı canın
Yana yana Dost'a giderin, perde hicap olmaz bana


....................................................................
Acep bu benim canım, azat ola mı ya Rab
Yoksa yedi Tamu'da yana kala mı ya Rab

Acep bu benim halim, yer altında ahvalim
Varıp yatacak yerim, akrep dola mı ya Rab

Can hulkuma geldikte, Azrail'i gördükte
Ya canımı aldıkta, asan ola mı ya Rab

Dar oldu bana düzler, gice ile gündüzler
Dünyaya bakan gözler, didar göre mi ya Rab

Allah olucak Kadı, bizden ola mı razı
Görüp Habib'in bizi, şef'i ola mı ya Rab

Yunus kabre vardıkta, Münker Nekir geldikte
Bize sual ettikte, dilim döne mi ya Rab..............................................................


Bir korku düştü canıma, acep n'ola benim halim
Derman olmaz ise bana, acep n'ola benim halim
Canım tenimden üzüle, gitmek yararı düzüle
Bu suret nakşı bozula, acep n'ola benim halim


Dünya donların soyucak, yuyucu tenim yuyucak
İletip kabre koyucak, acep n'ola benim halim


Eller gidip ben kalıcak, sinde yalnız olucak
Münkerle Nekir gelicek, acep n'ola benim halim


Ne ayak tuta, ne elim, ne aklım kala, ne bilim
Cevap vermez ise dilim, acep n'ola benim halim


Mezardan duru gelicek, hak terazi kurulacak
Amelimiz görülecek, acep n'ola benim halim


Miskin Yunus eydür sözü, kan yaş ile dolu gözü
Dergahına tutar yüzü, acep n'ola benim halim
..............................
Aşkın odu ciğerimi, yaka geldi, yaka gider
Garip başım bu sevdayı, çeke geldi çeke gider

Kar etti firak canıma, aşık oldum ol Sultana
Aşk zencirin dost boynuna, taka geldi, taka gider

Sadıklar durur sözüne, gayrı görünmez gözüne
Bu gözlerim Dost yüzüne, baka geldi, baka gider

Arada olmasın naşı, onulmaz bağrımın başı
Gözlerimin kanlı yaşı, aka geldi, aka gider

Bülbül eder ah ü figan, hasretle yandı bu can
Benim gönülcüğüm ey can, çıka geldi, çıka gider

Yunus söyler bu sözleri, efgan eder bülbülleri
Dost bağçesinde gülleri, koka geldi, koka gider
..................................................
Sofuyum halk içinde tesbih elimden gitmez
Dilim marifet söyler, gönlüm hiç kabul etmez

Boynumda icazetim, riya ile taatim
Edişem ayruk yerde, gözüm yolum gözetmez

Hoş dervişem sabrım yok, dilimde ezkarım çok
Kulağımdan gireni, hergiz içim işitmez

Görenler elim öper tac ü hırkama bakar
Şöylece sanırlar beni zerrece günah etmez

Taşımda ibadetim, sohbetim hoş taatim
İç pazara gelince, bin yıllık ayyar etmez

Dışım derviş, içim boş, dilim tatlı, sözüm hoş
İlla ben ettiğimi, dinin denşüren etmez

Görenler sofu sanır, selam verir utanır
Anca iş koparaydım, el erüben güç yetmez

Söylersem marifeti saluslanırım kati
Miskinliğe dönmeğe, gönlümden kibir gitmez

Yunus eksikliğini Çalabına arzeyle
Anın keremi çoktur, sen ettiğin ol etmez
......................................
Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü, bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni

Aşkın aşıkları öldürür, aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur, bana seni gerek seni

Aşkın şarabından içem, Mecnun olup dağa düşem
Sensin dün ü gün endişem, bana seni gerek seni

Sofilere sohbet gerek, Ahilere Ahret gerek
Mecnunlara Leyli gerek, bana seni gerek seni

Eğer beni öldüreler, külüm göke savuralar
Toprağım anda çağıra, bana seni gerek seni

Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni

Yunus'dürür benim adım, gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum, bana seni gerek seni
.....................................................................
Şol cennet'in ırmakları
Akar Allah deyu deyu
Çıkmış İslam bülbülleri
Öter Allah deyu deyu

Salınır Tüba dalları
Kur'an okur hem dilleri
Cennet bağının gülleri
Kokar Allah deyu deyu

Kimi yiyip kimi içer
Hep melekler rahmet saçar
İdris Nebi hulle biçer
Biçer Allah deyu deyu

Altındadır direkleri
Gümüştendir yaprakları
Uzandıkça budakları
Biter Allah deyu deyu

Aydan arıdır yüzleri
Misk ü amberdir sözleri
Cennet'te huri kızları
Gezer Allah deyu deyu

Hakka aşık olan kişi
Akar gözlerinin yaşı
Pür nur olur içi dışı
Söyler Allah deyu deyu

Ne dilersen Hak'tan dile
Kılavuzla gir doğru yola
Bülbül aşık olmuş güle
Öter Allah deyu deyu

Açıldı gökler kapısı
Rahmetle doldu hepisi
Sekiz cennet'in kapısı
Açılır Allah deyu deyu

Rıdvan-dürür kapı açan
İdris-dürür hülle biçen
Kevser şarabını içen
Kanar Allah deyu deyu

Miskin Yunus var Yarına
Koma bu günü yarına
Yarın Hakk'ın divanına
Varam Allah deyu deyu
.......................................................
Bir ne derttir ana derman bulunmaz
Ya bu ne yaredir zahmı belirmez

Yitürdüm Yusuf'um Ken'an elinde
Yusuf'um bulundu, Ken'an bulunmaz

Beyim arif isen, var sen yolunca
Bunda başlar yiter, kanlar sorulmaz

Manisiz kişiden hiç nesne gelmez
Kovası yok kuyudan su çekilmez

Kuyu cismindürür mani kovası
Çekerler kovayı suyu belirmez

Erenler kapısı, mürüvvet kapısı
Sıtk ile gelenler, mahrum gülünmez

Yunus bu manide gark oldu gitti
Geri gelmekliğe aklı belirmez
............................................................
Bir gez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil

Bir gönül yaptın ise, er eteğin tuttun ise
Bir gez hayr ettin ise, birine bin az değil

Erden sana nazar ola, için dışın nur ola
Beli kurtulmuştan ola, şol kişi kim gammaz değil

Er odur alçak dura, ayak odur yola vara
Göz odur ki Hakk'ı göre, gündüz gören göz değil

Yunus Emre'm sözün satar, söze bal ü yağ katar
Altmış bin sarrafa satar, yükü gevherdir koz değil
...................................................................
Benim bunda kararım yok, ben bunda gitmeğe geldim
Bezirganem metaım çok, alana satmağa geldim

Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için
Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim

Dost esrüğü deliliğim, aşıklar bilim neliğim
Denşürüben ikiliğim, birliğe bitmeğe geldim

Ol hocamdır ben kuluyum, Dost bağçesi bülbülüyüm
Ol hocamın bağçesine, şad olup ötmeğe geldim

Bunda biliş olan canlar, anda bilişirlermiş
Bilişüben Hocamla, halim arzetmeğe geldim

Yunus Emre aşık olmuş, Maşuka derdinden ölmüş
Gerçek erin kapısında, canım arz etmeğe geldim
......................................................
YUNUS EMRE'NİN ESERLERİ

Yunus Emre'nin şiirlerinin toplandığı Divan'ı ve Risâletü'n-Nushiyye isimli bir mesnevisi vardır. Risâletü'n-Nushiyye ve Divan, birçok yazmada bir arada peşisıra kaydedilmiştir.

Risâletü'n-Nushiyye, mesnevi nazım biçiminde, baştaki kısım dışında aruzun mefâîlün mefâîlün feûlün vezniyle yazılmış tasavvufi bir nasihatnamedir. Giriş mahiyetindeki manzum kısımdan sonra küçük bir düzyazı bölüm yer alır. Bundan sonraki kısımlar manzumdur. Manzum kısımlar, farklı nüshalarda değişmekle birlikte, yaklaşık 600 beyittir. Eserde müridin kâmil insan olma yolundaki manevi yolculuğu anlatılır. Baştaki manzum kısımda insanın yaratılışı üzerinde durulmuştur. Mensur kısımda akıl ve bilgi konusu, iman ve onu elde etmenin yolları anlatılmış; sonraki manzum bölümlerde ruh ve akıl, kibir ve kanaat, öfke ve gazab, sabır, cimrilik ve hased, gıybet ve iftira konuları temsilî hikayelerden de yararlanılarak anlatılmıştır. Yunus Emre, eserinin sonunda bitiş tarihini vermiştir.

Söze târîh yidi yüz yidi-y-idi
Yûnus cânı bu yolda fidî-y-idi

Buna göre Risâletü'n-Nushiyye h. 707/m.1307 tarihinde yazılmış olmaktadır.[1]

Yunus Emre'nin yüzyıllar boyunca Türk halkını etkileyen asıl eseri şiirleri ve bu şiirlerin toplandığı Divan'ıdır. Bu divanda yer alan şiirlerin pekçoğunda coşkun bir lirizmle Tanrı sevgisini dile getirmiştir. Yunus Emre, Anadolu'da Türk dilinin bir edebiyat dili haline yeni yeni yükselmeye başladığı bir dönemde şiirlerini söylemiştir. Kendisinden önce pek az olan Türkçe edebiyat eserlerindeki kuru Türkçe onun dilinde coşkun, çağıl çağıl akan bir ırmağa dönüşmüş; o çağıltı asırlar boyunca Türkçe söyleyişin içinde duyulmuştur.

Yunus Emre'nin Divan'ının kendi eliyle yazıya geçirilmiş bir nüshasına sahip değiliz. En eski nüshalardan biri olduğu düşünülen yazmalardan biri Süleymaniye Kütüphanesi Fatih Bölümü 3889 numarada kayıtlı nüshadır (= F)[2]. Bir başka eski nüsha ise Almanya Marburg'da Staatsbibliothek Ms. Or. Oct. 2757 numarada kayıtlı nüshadır (= R). Sonraki nüshalarda ise bilhassa Âşık Yunus diye bilinen Bursa'da yaşamış bir başka Yunus'un ve başka Yunusların şiirleri, Yunus Emre'nin şiirlerine karışmış durumdadır. Bunlar dil ve üslûp özellikleriyle bir dereceye kadar bilinebilse de bütünüyle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kaldı ki, halk belleğinde bu Yunuslar birleşerek tek bir şahsiyet olmuş durumdadır.

Mustafa Tatçı, önemli nüshaları karşılaştırarak yayımlamıştır.[3]

[1]Risaletü'n-Nushiyye'nin tenkitli ve açıklamalı yayımı için bk. Umay Günay - Osman Horata, Yunus Emre : Risâletü'n-Nushiyye, Ankara 1994; Mustafa Tatçı, Yûnus Emre Dîvânı, Risâletü'n-Nushiyye (Tenkitli Metin) III, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul 1997.
[2]Bu nüshanın baş tarafında Risaletü'n-Nushiyye yer alır (1b-54a). Divan ise 54b-210a yaprakları arasındadır. Tıpkı basımı, Yunus Emre Divanı, Tıpkıbasım (Ankara 1991) adıyla Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır.
[3]Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı : Tenkitli Metin, Ankara 1990.


YUNUS EMRE MÜZESİ
 
Eskişehir İli Mihalıççık ilçesi Yunus Emre(eski Sarıköy) köyündeki müze;
Kültür Bakanlığı’nca Yunus Emre Türbesinin mimarisine uygun olarak 13 yy. mimarisi tarzında yapılmış ve 1974 yılında ziyarete açılmıştır.
Müzenin bir bölümünde, Yunus Emre Zaviyesine ait 4 berat, 7 muhasebe koçanı, birinci ve ikinci mezarlarından nakli sırasında çekilmiş fotoğraflar ile Yunus Emre’yi tanıtıcı kitaplar sergilenmektedir.
Diğer bölümlerde ise bölgenin etnografik malzemeleri ile Selçuklu dönemi taş süslemeciliğinin en güzel örneklerini veren mimari parçalar sergilenmektedir




YUNUS EMRE TÜRBESİ
 
Yunus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır.u

Bunlar; Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy;
Karaman'da Yunus Emre Camii avlusu;
Bursa; Aksaray ile Kırşehir arası;
Ünye; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü;
Erzurum, Duzcu köyü;
Isparta'nın Gönen ilçesi;
Afyon'un Sandıklı ilçesi;
Sivas yakınında bir yol üstü.

Ayrıca, mutasavvıf Niyazi Mısri de Yunus Emre'nin mezarının (veya makamının) Limni Adası'nda bulunduğunu ifade etmiştir.
Bunlar arasında bilim adamlarınca tartışma, Karaman ve Eskişehir'deki türbeler üzerine yoğunlaşmışsa da, Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili menkıbe düşünüldüğünde Aksaray - Kırşehir arasındaki türbenin asıl Yunus Emre türbesi olduğu düşünülebilir.



Hiç yorum yok

hakaret içeren ve alâkasız yorumlar yayınlanmayacaktır. Hukuki sorumluluk yorum sahibine aittir.